İstanbul’da sonbahar çok yağmurlu geçerdi o zamanlar. İnsanlar daha gerçekti, hüzünleri, heyecanları, mutlulukları… Hep öyle derlerdi. Öyle miydi, bakmadım.
İstanbul’da, haydarpaşa garında bir cinayet işlendi o gün. Pek konuşulmadı, üstünde durulmadı.
Az önce biten yağmurdan, tüm banklar sırılsıklamdı. Yalnız bankların etrafı koşuşturmalarla doluydu. İnsanlar ellinde valizleriyle koşuşturuyor, valizi olmayanların ise elinde çoğunlukla mendil vardı. Bilirsiniz vedalar süresi ne olursa olsun acıtır.
Siyah paltolu kadın, tüm kargaşaya inat yalnızlığın kendisiydi. Attığı adımlarda acılarından katran karasına boyuyordu etrafı ve paltosundan küller damlıyordu. Suskun bir ağıt okunuyordu yüzünden.
Gözyaşlarıyla dolu bir banka oturdu. Elleri, iki yana düşmüş, saçları rüzgardan savruluyordu. Kalabalıklar değişiyor, siyah paltolu kadın hareketsizce duruyordu. Gün vardiya değiştiriyor; kadın zamanı bükmüş, oturduğu anda kalakalmıştı.
Herkes kendi zamanına göre yaşar. Yaşam onunla tekrar doğmaz yahut yeniden ölmezdi. Günler bir roman gibi bitmez, bazen karakter acılar içinde ölürdü.
Siyah paltolu kadının sarı saçları rüzgarda özgürce dans ederken iç cebinden çıkardığı silahı önce başına dayadı ve sonra düşünmeden tetiği çekti.
Anda kalan; bir ölüm çığlığı oldu.
Saçları dans etmeyi bıraktı; bedeni gözyaşları bankına düştü.
insanlar vedalarına şükrettiler; dönülecek yollara ağladıkları için.
Bir sonbahar günü siyah kefenli kadın, gözyaşı bankında öldürüldü. zihninde, yaşadığı ve kaldıramadığı ne kadar olay varsa bunu yaşatanlar birlikte öldürdü o kadını. Vaveylalarca ağıt damlayan yüzünü kim görmemiş gibi yaptıysa onlar da yardım ve yataklık yaptılar bu cinayete.
Eskiden bir gündü, İstanbul’da son baharı; dalından kopan kuru yaprak gibi yaşamdan süzüldü siyah kefenli kadın. O sonbaharın kışını göremeden; trenin kalkış saatine yetişemeden.
ZEYNEB YURDAKUL.


Yorum bırakın